Hakkâri’de Bir Mevsim: Karın Üstünde Yalınayak Yürüyüp Ölmeyenler

17 Eylül 2022
Kardelen Saç
Ferit Edgü’nün 1977 yılında yayımlanan O/ Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanı iki bölümden oluşur. On altı alt bölümden oluşan kitabın birinci bölümü, Ön ve Son Söz başlığını taşır; ikinci bölümü ise dokuz alt bölümden oluşur. Birinci bölümde olaylar birbirini takip eden bir zincir şeklinde okuyucuya sunulurken ikinci bölüm parçalar halinde verilerek okuyucuların metnin anlamını adeta bir bulmaca gibi çözmesi istenmiştir. O, Hakkâri’de Bir Mevsim adı ile 1982 yılında Erdal Kıral tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Bir pazarlama stratejisi olarak kitabın adı daha sonrasında filmin adıyla değiştirilmiştir. Roman mı yoksa romanın bir süre yasaklanmış olması mı ülkeyle ilgili daha çok şey anlatıyor, bilinmez ama roman küçük bir Türkiye portresi gibidir. Roman, Hakkâri iline nasıl ve ne zaman geldiğinin farkında bile olmayan, kendini sürgün ya da kazazede olarak tanımlayan isimsiz bir öğretmenin bir kış mevsiminde Hak ilindeki halkı anlama ve anlatma hikayesidir.

Bir kazazede miydim?

Yoksa bir sürgün mü?

Yoksa bir mahkûm mu?

Öyleyse neydi suçum? (Edgü, 2018, s. 18)

Anlatı nerede başlıyor, nasıl bitiyor, ne anlatıyor ya da neyi saklıyor belli değil ama bir kesit gibi, bir an gibi, hayal meyal seçilen bir siluet gibi, geliyor ve geçiyor insanın kursağından. Bu yazımda, O/ Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanda baş karakterimizin de dahil olduğu kadın ile erkek, devlet ile toplum arasındaki ve aile içindeki iktidar ilişkilerinin nefesini nasıl ensemizde hissettiğimizi çözümlemeye çalışacağım.
Anlatının merkezine konumlandırılmış ana karakterimiz, her ne kadar öyle gösterilmek istenmese de devletin meşruiyetini sağlamak için tarihselleştirdiği ötekilerin yanında tüm iktidarı elinde tutar. İktidar onun elindedir çünkü Hakkâri’ye giderken çantasında devletin ister cumhuriyetçi ister sosyalist ya da faşist olsun, seçkin bir grup halkı öne çıkartan ve öne çıkan bu grubu “biz” olarak tanımlarken diğer bütün grupları “öteki” olarak gören milliyetçi ideolojinin gölgesini dil ve bayrak olarak getirmiştir. Devletin diline sahiptir ve o dili devletin elinin erişmediği ücra köşeye taşır. Dil, bir ulus devletin başlıca savunduğu kavramdır. Adeta varlığını sahip olduğu “dil” ile somutlaştırır. Belki de bu yüzden Öğretmen ilk iş olarak dil öğretmek ve dil öğrenmekle başlar fakat kitap içerisinde tek bir Kürtçe kelime geçiyor: NA! Dil gibi bayrak da bir iktidar simgesi olarak anlatı içerisinde verilmiştir. Romanın başında Hak ilinde bayrağın varlığına dair bir bilgi yok. Fakat kış mevsiminin bitmesi ile öğretmen köyden ayrılırken çocuklar öğretmeni ikinci iktidar simgesinin altında uğurlarlar: “Çocuklar okulun önünde. Bayrağı direğe çekmişler. Bağırıyorlar ardımda” (Edgü, 2018, s. 191). Kürtlere karşı resmî ideolojik söylemin ilkellik ve vahşilik bağlamında kuran, Kürtlerin “mahlukat”, “hayvan hayatı yaşayan adamlar”, “insani haklardan yoksun varlıklar” olarak inşa eden devletin buyruğunu, otoritesini devletin üvey evladı muamelesi gören yere dil ve bayrak aracılığı ile kabul ettirmiştir (Anderson, 1995).
Öğretmen köyden ayrılırken devletin ve temsillerinin ona biçtiği rolün gerekliliğini yerine getirmiştir fakat köyde geçirdiği süre zarfında etkilediği kadar da etkilenmiş, özellikle de çocuklarla kurduğu iletişim onun için değişimin kapısını aralamıştır.

Bütün öğrettiklerimi unutun. Dünya dönüyor, evet. Ama belki de burada, bu dağ başında, dönmemesini bilmek daha doğrudur. Unutmayın ki, kitapların yazdığı her zaman doğru değil; benim için doğru olan, sizin için doğru değil. Benim için gerçek olan, sizin için, gerçek değil. (Edgü, 2018, s. 188)

Romanda öğretmene kardeşinin hasta olduğunu, portakal yediği takdirde iyileşeceğini söyleyen Alaaddin aslında adını duyduğu ama hiç yememiş oldukları portakalı yemek için yalan söylemiştir. Tabii fakirliğin, yoksulluğun ekonomik bir rahatsızlık olduğunu düşününce ne kadar yalan söylüyor denebilirse. Ölüm olasılık ama açlık kesin; hayat ucuz, portakal pahalı. Bunun dışında öğretmenle arasındaki diyalog başka bir göz ile incelendiğinde beden ve iktidar ilişkisi bağlamında ele alınabilir. Öğretmen ve ilaç iktidarı, hasta çocuk bedeni, portakal ise arzunun bedene verdiği o huzur verici hazzı temsil ediyor.

Alaaddin geliyor. Gece

Hoca, benim kardeş hasta, diyor.

Nesi var? diyorum.

Ateşi var çok, diyor. Ölecek.

İlaç vereyim mi? diyorum.

Hayır, portakal ver, diyor.

Portakal yememiştir hiç. (Edgü, 2018, s. 157)

Ölüm ve ölüm anlayışı, ölümün kendisinden ziyade hayatın kendisinden ne aldığımızı gösterir. Foucault’nun gözünden beden; fikirlerin erittiği, yaşananların süzgeçten geçirildiği ve dilin peşinden gidildiği bir kişiliğin yurdu ve dağılan hacmidir (Megill, 1998, s. 373). İktidar bedeni (toplumun bedenini) kendine mesken edinir. Bedenler iktidar (ilaç) vasıtasıyla hizaya getirilmeye çalışılır. Yararlı olduğu ölçü içerisinde itaatkâr olması beklenen bedenlere erişilmeye çalışılır (Revel, 2005, s. 135). Fakat baskı her zaman olduğu gibi beraberinde kendi direnişini getirmektedir. İktidar çerçevesinde değerlendirilen beden, biyo-iktidar’ın işleyişine karşı gelir. Tıpkı Alaaddin’in ilaç yerine hazzın peşine düşmesi gibi özne üzerine düşünmeye başladığında bedeni yeniden ele alır, çünkü beden, iktidar tarafından üretilen ve aynı zamanda kendini üreten iktidarı sorgulayan özneden bağımsız değildir.
Kadınların adının olmadığı bir ortamda devletin iktidarının gücünü de arkasına alan öğretmen, beklentilerini davranışa dökme veya dökmeme arasında gidip gelen bir performanslar bütünü olan tüm erkeksiliği kendi etrafında toplamıştır. En azından kendi gerçeklik algısı içinde öyledir. Hegemonik erkekliğin tüm tanımlarını üstlenir. Toplumsal hayatın tüm kanallarının her bir noktasından, kadın ve erkek cinsiyet rolleri üzerinden, aile ilişkileri üzerinden, öğrenci ile öğretmen arasında, aydın ile cahil arasında geçen tüm iktidar ilişkilerindeki erkek egemenliğinin rolünün güvencesini kendine kalkan yaparak iktidarına boyun eğmesi muhtemel kadın ve çocukların üzerinden güç gösterisi yapar. Eril hakimiyetin yeşertilmesi, büyümesi, devamının getirilmesi ve en önemlisi yüceltilebilmesi için kadın ve çocukların varlığı gerekir. Köyün tüm çocukları onun öğrencisi, köyün kadınları ise onun âşığıdır (Zazi, muhtar ve Zazi’nin küçük kızları Asya gibi). Belli bir noktada öyle bir hal alır ki kendisini “Nuh” olarak görür. Kurtulanların Tanrı’nın istediği yaşamda büyüyüp gelişmesi için gerekli rehber olan 10 buyruğu verir, yani kendisini Mesih olarak görür. “Yaşamak, yaşamayı sürdürebilmek için kişiliğini bulmak zorundasın. İlk buyruğum bu oldu” (Edgü, 2018, s. 20).
Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyet motivasyonu kadınları cinsel olarak nesneleştirme eğilimlerini etkiler. Bu yüzden cinsellik konusu, iktidar ilişkileri bağlamında oldukça önemlidir. Çoklu iktidar ilişkileri, bu alanda da ortaya çıkmaktadır ve iktidar ilişkilerinin cinselliğin düzenlenmesi konusunda etkisi büyüktür (Gwynne ve Poon, 2012). Öğretmen köyde geçirdiği süre zarfında bir cinsel buhran geçirir. Mektuplar yazıp Hakkari’yi anlattığı sevgilisi O’yu cinsel oyuncağı, mastürbasyon malzemesi olarak kullanır. “O” öğretmenin cinselliğini temsil eder. Sevgilisi öğretmenin rüyalarına girerek onunla sevişir. Öğretmen sevgilisinin oralara ait olmadığını, yeşil gözlü sarı saçlı olduğunu vurgulamaya çalışır. Aslında bunu yapma sebebi oralardaki kulakları küpeli, burunları hızmalı, alınları dövmeli kadınlara karşı bir çekimin olmadığını kanıtlama çabasıdır. Fakat bu durum çok uzun süre devam etmeyecektir. Muhtarın köye gelmesinden bir müddet sonra öğretmenle arasında gerçekleşen ve roman içerisinde eksik bırakılan konuşmasını film üzerinden tamamladığımızda küçük kızını öğretmene teklif ettiğini öğreniyoruz. Muhtar; öğretmene bir erkek olarak ihtiyaçlarının olacağını, ona kendisinin birini satın alabileceğini, giderken satın aldığı kişiyi yanında götürmek zorunda olmadığını söyler. Bir tür ihtiyaç malzemesi, mevsimlik işçi/eş.
“Kıyın imam nikâhını, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al daha göğüsleri oluşmamış o narin yavruyu. N’olacak, temizlersin bitlerini. Bir güzel yıkarsın. Sirkelersin. Dedetelersin” (Edgü, 2018, s. 100-101). Sürgün (öğretmen) ilk başta bu teklifi kabul etmemiş olsa bile köyde geçirdiği kısacık süre zarfında kabul edecek noktaya çok yaklaşmıştır. Ya köydeki durumu yerleşik hale dönüşseydi, o zaman da reddedebilecek miydi? Erkekliğin cinsellik algısı, çocuk gelinlerin durumunun açıklaması bu vaziyet. Erkeklerin biyo-iktidar’a sahip olması ve tek başına kullanması ataerkil toplumların özelliğidir. Bu tür toplumların içerisinde kadınların yaşamda kendilerine yer bulması ve hayatı deneyimleyebilmesi oldukça zor ve kısıtlıdır. Kadın ancak üzerinden iktidarın gücünün yansıdığı egemen olunandır.
Ötekileştirilmiş bir toplumun içinde ötekinin de ötekisi konumundaki kadınların durumu da net bir şekilde görülebiliyor. Egemen olan eril iktidar karşısında kadının kendi özerk kimliğini bulamayışını görüyoruz. Roman içerisinde erkeklerin varlığı tek başına yeterli olabiliyorken kadınlar için durum öyle değildir. Kadının tek başına birey olabilmesi için önce önüne bir sıfat konması gerekir. “Çocuğunun anası”, “…karısı”, “öteki kadın”. Oysaki birinin eşi olmak bir tercih, anne olmak ise kadının potansiyellerinden sadece bir tanesidir. Bu sadece Hakkâri (Hak) ili özelinde değil bütün bir coğrafyamızın özeti niteliğinde. Kadınlar bir adım geride, başka bir erkeğin varlığı ile değerleniyor. Alınları dövmeli, burunları hızmalı, gözleri sürmeli bu kadınların roman içerisine yansıyan hayatları yer ve zaman değişse de hepimiz için aynı ve zor. Hakkari’de Bir Mevsim’de tek bir kadının adı var ve o kadın tek başına kendince töreye karşı gelmeye çalışıyor. Roman boyunca adı ile anılan tek kadındır Zazi.

Bizim girdiğimizi görünce kalktı.

Muhtara bir şeyler söyledi.

Zazi’ydi bu (Muhtarın ikinci karısı). (Edgü, 2018, s. 57)

Zazi dik başlıdır, başkaldırabilir. Kocası, kendi üzerine kuma getirmeye kalkışınca başkaldırır:

Babama bir de senin söylemeni istiyor.

Diyor ki, sor ona, hasta mı Zazi, de

Evinin direği değil mi, de

Sana dört oğlan çocuğu vermedi mi, de

Genç değil mi, de. (Edgü, 2018, s. 154-155)

Töreye diklenişinde bile bir kabulleniş var. Karşı gelişinde bile kendinde kusur olmadığını kanıtlama çabası var. Genç olmasaydı, erkek evlat vermeseydi töreye göre kusurlu olurdu, kumayı haklı kılardı. Tüm bu verdiklerine rağmen kuma getirmek istemektedir kocası. Kadının tek başına bir bireyden ziyade arzulanan, tatmin edilmek için ihtiyaç duyulan bir nesne olduğu gerçeğinin bölgede yaşayan kadınlarca da kabul edildiğini, kabul ettirildiğinin ifadesidir bu. Zazi’nin sonunun ne olduğunu bilmiyoruz. Töreye karşı gelip zafer kazandı mı belli değil ama binlerce Zazi’nin başarısız olduğunu tüm bunları töre adı altında meşrulaştırmamızdan biliyoruz.
Ferit Edgü’nün büyük gözlem ve anlatım gücünün ürünü olan Hakkâri’de Bir Mevsim romanı sadece geçmişte kalan anılardan ibaret bir anlatı değil. Aslında hali hazırda çözümleyemediğimiz sorunları doğrudan gözler önüne serer. Yani aradan 44 yıl geçmiş olsa bile Hakkari’de, bu ülkede aynı mevsimin yaşandığını fark ediyoruz. Hangi konumda olduğumuz, nerede yaşadığımız fark etmeksizin bu topraklarda kadın olmak, çocuk olmak en önemlisi de insan olmak her zaman çok zor. Dini olandan etnik olanına, geniş bir yelpazede yer alan kimlikler, özellikle Kürt kimliği Türkiye’nin en tartışmalı alanlarından biri halinde (Herper, 2010). Zaten halihazırda Güneydoğu bölgesinin toprak sistemi, coğrafyası, ticari açıdan çok kârlı görülmemesi, yapılan yatırımların korunmasının zorluğu gibi bizzat bölgenin kendi fiziki ve sosyal ortamından kaynaklanan engeller de eklenince bölge ve bölge halkı üvey evlat muamelesi görmüştür (Altun, 2013). Devlet bu topraklarda kendini tanrı ilan eder. Fakat tanrıları onlara ne istediğini verir ne de yakarışlarını dinler. Böylesine güçsüzleştirilmiş bir toplumda güç gösterileri daha da net gözükür. Bu iktidar mücadelelerinde eril iktidarın hayatın her yerine yayılması kadınların nefes alacakları alanlarından çalıyor. Üstüne kuma getirilen, birinin ikinci eşi yapılan, babası tarafından mevsimlik işçi gibi satılan kadınların hikâyelerine tanıklık ediyoruz.

Kaynaklar

  • Anderson, B. (1995). Hayali cemaatler. Metis Yayınları.
  • Edgü, F. (2018). Hakkâri’de bir mevsim. Alfa.
  • Gwynne, J. ve Poon, A. (2012). Sexuality and contemporary literature [Cinsellik ve çağdaş edebiyat]. Cambria Press.
  • Heper, M. (2010) Devlet ve Kürtler (K. Göksel, Çev.). Doğan Kitap.
  • Altun, N. (2013). Modern Türkiye’de kimlik: Kürt kimliğinden Kürt sorununa. Akademik İncelemeler Dergisi, 8(2), 45-67. https://dergipark.org.tr/tr/pub/akademikincelemeler/issue/1544/18956
  • Megill, A., Birkan, T. ve Önder Derya. (2012). Aşırılığın peygamberleri: Nietzsche, Heidegger, Foucault, Derrida. Say Yayınları.
  • Revel, J. (2005). Michel Foucault: Güncelliğin bir ontolojisi (K. Atakay, Çev.). Otonom.

Leave A Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir